Boğaziçi tekil bir mesele değil

Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Bülent Küçük gazetemize konuştu:

Boğaziçi Üniversite’sinde verilen mücadele nihayetinde herkesi ilgilendiren bir demokrasi mücadelesi, bu mesele bir kurumun veya bir aktörün özel meselesi olmadığından tekil tekil kurumların direnmesiyle varılacak bir menzil değil. Memleket satında her bir araya gelişte homurdanmanın ötesine geçemeyen yaygın bir toplumsal atmosfer var. Bu şekilde sonuca varamayız.

Türk Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör olarak Melih Bulu’yu atamasının ardından başlayan tepkiler bir yılı geride bıraktı. Direniş sonucu kayyum Melih Bulu görevden alınırken, onun yerini alan yardımcısı Naci İnci de Boğaziçi’nde aldığı kararlar ile tartışmaların odağında yer alıyor. İnci göreve gelir gelmez, Batı Dilleri ve Edebiyatları öğretim görevlisi Can Candan’ı ve Matematik Bölümü öğretim üyesi Mohan Ravichandran’ı hiçbir gerekçe göstermeden dönem ortasında görevden aldı. Sadece bunlarla da yetinmeyen İnci, 19 Ocak’da Eğitim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Yasemin Bayyurt, Fen–Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Özlem Berk Albachten ve İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Metin Ercan’ın Dekanlık görevinden aldı.
Gözaltı ve tutuklamaların yaşandığı, çevresinde polisin ağır silahlarla devriye gezdiği, her köşesinin kameralarla, özel güvenlik güçleri ve sivil polislerce denetlenmeye çalışıldığı, girişlerine yüksek demir parmaklıkların yerleştirildiği kampüste akademisyenlerin direnişi ise sürüyor. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki direniş dün 403. gününü geride bıraktı. Boğaziçi Üniversitesi akademisyenleri dün de, “Kabul etmiyoruz, vazgeçmiyoruz, özgür, demokratik üniversite” diyerek arkalarını 274. kez rektörlük binasına döndü. Biz de bu direnişte yer alan akademisyenlerden biri olan Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Bülent Küçük ile direnişin geldiği noktayı konuştuk. İyi okumalar…

Bir yılı aşkın bir süredir Boğaziçi’nde bir direniş var. Bize hem direnişinizi hem de Boğaziçi’ndeki kayyum sürecini özetler misiniz?

Aslında, 2016 da ilan edilen OHAL döneminde yüzde 86 ile seçilen Gülay Barbarosoğlu’nun yerine, üniversite yönetiminde görev almış olan ve kendi cenahlarına yakın gördükleri Mehmet Özkan atanmıştı. Bu dönemde cılız da olsa sesler çıkmış olsa da kurum geleneğine sadık kalacağını taahhüt eden Mehmet Özkan’a pragmatik bir destek belirmişti. Özkan da sahiden bu geleneğe sadık kaldı büyük ölçüde. Hocalarına dokunmadı, Barış Bildirisi’ne imza atan hocalarını jurnallemedi, atama yükseltmeler olağan akışı içinde sürdü. Özkan’ın 4 yıllık görev süresinin dolmasının ardından ikinci bir dönem atanması beklenirken Ocak 2021 üniversite dışından bir kişinin cumhurbaşkanı tarafından rektör atamasıyla bu direniş süreci başını öğrencilerin ve öğretim üyelerinin ve mezunlarının çektiği protesto başladı.

Birçok baskı, saldırı, gözaltı ve tutuklamalara rağmen akademisyenler ve öğrenciler geri adım atmadı. Bu kararlı duruşu nasıl anlatırsınız?

Çok zorlu bir süreçten bahsediyoruz. Ocak 2021’de üniversite dışından Boğaziçi’nin kriterlerini bile yerine getirmeyen Melih Bulu’nun atamasıyla yeni bir eşik daha aşılmış oldu. Bu atamanın kurumun demokratik kültürünü hepten tahrip edeceği, kurumun kadrolaşmayla vs. içinin boşaltılıp fetih edileceği endişesi öne çıktı. Ki bir yıldan sonra bu endişenin çok haklı olduğuna tanıklık ettik. İki yeni fakülte kuruldu, seçilmiş dekanlar ya atanmadı ya da atanmış olan seçilmiş dekanlar görevden alındı, dışardan atamalarla üniversite yönetimi tepeden inme bir akılla ele geçirildi. İçerden öğretim üyelerinin ezici çoğunluğundan yeterince destek bulamayan Naci İnci ve dar ekibi görevden alma ve dışardan atamalarla üniversitenin en stratejik idari ve akademik organları olan Senato ve Üniversite Yönetim Kurulu’nda sayısal çoğunluğu elde edeceğe benziyor. Dolaysıyla üniversite direnişinin uzun sürmesinin nedeni, geniş bir toplumsal meşruiyete dayanmasının yanında, kurumun bir var olma mücadelesi vermesinden kaynaklanıyor. Direnmemiş olsaydı bu yıkım ve ele geçirme süreci çok daha hazlı ve pürüzsüz ilerleyecekti. Direniş bu süreci durduramasa da yavaşlatıyor. Üniversiteler, diğer kamu kurumlarından farklı olarak yaşayan canlı organizmalar olduğundan ve Boğaziçi’nde evrensel ölçeklerde bir üniversite olmak iddiasında olduğundan bu değerli konumunu yitirmemek için bir hayatta kalma mücadelesi veriyor. Bu iddiayı taşıyan üniversite sayısı Türkiye’de fazla olsaydı belki de rejim bu kadar rahat harekât alanı bulamaz, geri adım atardı. Mekânsal olarak yaygınlaşmayınca direniş bir ölçüde kampüs içine sıkıştı ve protestocu süreçte öğrenciler çeşitli soruşturmalar ve tutuklamalar ile bezdirildi. Direniş de bir nebze rutinleşti.

Siz akademisyenler her gün nöbet eylemini “Kabul etmiyoruz, Vazgeçmiyoruz” diyerek devam ediyorsunuz. Nöbet eylemini sonuç alıncaya kadar sürdürmekte kararlı mısınız?

Büyük bir sonuç beklentimiz yok tahribatı azaltmaya ve yüzümüzü korumaya çalışıyoruz. Bir tek üniversitenin itiraz etmesiyle bu devasa yapıya karşı sonuç almak zor. Yine de yapılabilecek her türlü meşru ve hukuki yolu deniyoruz. Hem her gün ayakta dikiliyoruz, her cuma basın açıklaması yapıp haftalık tahribat bilançosunu -büyük ölçüde pasifleştirilmiş- kamuoyu ile- paylaşıyoruz, idareye karşı onlarca idari dava açmış bulunuyoruz, üniversitenin ilgili komisyon ve idari ve akademik kurularında seçtiğimiz akademik temsilcilerimiz içerden direnmeye devam ediyor. Yazılar yazıyor, TV’lere çıkıp röportajlar veriyor ve kendimizi sürekli güncelleyerek gündemde kalmaya çalışıyoruz. Ki Türkiye’de sürekli yeni skandallarla değişen ve sersemleştirilen kamusal alanda görünürlüğümüzü sürdürebilir kılmak ve bunu yaparken meşru kalmak oldukça meşakkatli bir iş. Biz bunu cüretkâr formlarla değil, daha ketum taktikler üzerinden düşük yoğunluklu ama süreklileştirilmiş ve sürdürülebilir bir protesto repertuvarı ile sağlamaya çalışıyoruz. Öte yandan makro düzeyde bir politik değişim olmadığı sürece arzulanan bir sonuca varmamız oldukça güç, çünkü bu tür otoriter rejimler yapıları gereği esnek olmazlar. Bu yüzden Boğaziçi’nin kaderi Türkiye’nin siyasi kaderinden bağımsız değil.

Fotoğraf: Tolga Sütlü

Baskıların ardı arkası kesilmiyor. Yine geçtiğimiz günlerde üç dekanın görevden alındığına şahit olduk. Bu ne anlama geliyor?

Az önce de bahsini ettiğim gibi rektörün üniversite idaresindeki stratejik konumundan sonra en önemli kurumlar dekanlıklardır. Dekanlar, öğretim üyelerinin atama, yükseltme ve personel alımı işlerini yürütme dışında öğrencilere, hocalara açılan ve açılabilecek disiplin soruşturmalarını yürüten mecralardır. Ayrıca üniversitenin günlük idari ve akademik idaresinin en üst merci olan Senato’nun ve Üniversite Yönetim Kurulu’nun doğal üyeleridirler. Seçilmiş dekanların hukuksuz bir şekilde görevden alınmaları, söz konusu mecralarda sayısal çoğunluğu ele geçirme stratejisinin, tepeden üniversiteye çökme hamlesinin stratejik bir adımı olarak görmek lazım. Bundan sonra bölüm başkanlıklarına, üniversite dışından seyyar kayyum hocalar bulmak suretiyle, atama yapmak kaldı. Malum Bogaziçi’nde bütün akademik kurullarda ve pozisyonlardaki görevlendirmeler seçimle yapılıyordu. Bölüm başkanından rektöre kadar bütün pozisyonlar, aşağıdan yukarıya şekilleniyordu. Rektörler siyasi iktidara ve piyasaya karşı kurumsal olarak üniversite özerkliğini temsil ederken, üniversite içinde de Rektöre karşı dekanlıklar, dekanlıklara karşı bölümler ve nihayet bölümlerde akademisyenler de bireysel olarak, vereceği derslerin içeriğini belirlemek ve yapacağı araştırma mevzularında akademik bir özerkliğe sahipti. Bu otoriter şirket devlet anlayışı bunun tam tersi bir zihniyetle üniversiteyi yeniden yapılandırıyor, böyle yaparak demokratik ve katılımcı üniversite idealini bertaraf ederek, onu bir askeri kışlaya veya bir şirkete dönüştürmek istiyor. Akademik özerkliği ve özgürlüğün yitimi bir kurum ve bir ideal olarak üniversitenin sonu demek olur.

Boğaziçi Üniversite’sinde asıl amaçlanan nedir?

Üniversite mezunları, hocaları ve öğrencileriyle üniversitenin yukarda sözünü ettiğim kamu yararını gözeten özerk ve demokratik üniversite fikrini savunurken, ki ancak bu şartlarda bilimsel bilgi üretilebilir, siyasi rejim kendi idaresinin kontrolünde olmayan hiçbir mecranın ve kurumun olmasını istemiyor, bunu kendi siyasi varlığına bir tehdit olarak görüyor. Aynı zamanda bu kurumları çeşitli biçimlerde maddi ve simgesel sermayenin yeniden dağılımının fırsatı olarak görüyor. Bu yeniden dağıtım hem rejime sadık kadroların kadrolara yerleştirilmesi ile hem de çeşitli işlerin yapılmasını sağlayan hizmet alımı ihalelerinin kendisine ahbap şirketlere dağıtılması yolu ile oluyor.

Boğaziçi’nin bulunduğu arazilerin ranta açılmasının da planlandığı belirtiyor. Bu konu hakkında ne düşüyorsunuz? Boğaziçililer buna izin verir mi?

Bu konu geçen yıl içinde dile getirildi ve böyle olursa şaşırmayız. Ne var ki daha mümkün olan adımları atmayı şimdilik tercih edecekler gibi görünüyorlar . Bu adımlar da, hizmet alımları ihaleleri ve kadrolaşma yolu ile üniversiteyi nötralize etmek ve mümkünse ele geçirmektir diye düşünüyorum. Öte yandan bu şekilde ele geçirilen bir kurum da artık üniversite olmayacağından ele geçirilen bu yer halesini ve itibarını yitirmiş sıradan ölü bir mekân olacaktır. Çünkü atanmış ve atanacak kadroların kültürel sermayeleri, uluslararası tanınırlıkları ve itibarları noksan olduğundan burası diğer herhangi bir yüksek okul seviyesine inecektir. Mekânı ele geçirmek, rant biriktirmek kültürel sermaye biriktirmeye nazaran daha kolay ve hızlı bir şekilde olabiliyor. Kültürel birikim için nesillerin geçmesi gerekiyor. Bunun için vakitleri ve yetişmiş insan sermayeleri yok.

1977 yılında benzer bir durum ODTÜ’de yaşandı. Hatta Öğrenci Temsilciler Konseyi Yürütme Kurulu Üyesi Ertuğrul Karakaya ODTÜ’de jandarma tarafından sırtından vurularak öldürüldü. O dönem de rektör olarak atanan kayyum Hasan Tan, yapılan direniş karşısında geri adım atmak zorunda kaldı. Kazanan direnenler oldu. Siz de o dönem ODTÜ’de yaşananlar ile şimdilerde Boğaziçi’nde yaşanalar arasında bir benzerlik görüyor musunuz?

ODTÜ çok önemli bir deneyim ve oradan öğrendiğimiz ve öğreneceğimiz deneyimler var. Öte yandan, çok başarılı ve kapsamlı bir direniş olsa da, ODTÜ direnişi sonrasında Hasan Tan geri adım atmadı, MC hükümetinin düşmesi sonrasında yeni hükümet tarafından görevinden el çektirildi. Boğaziçi’nin içinden geçtiği kösnüktür benzerlikler taşısa da ciddi farklılıklar arz ediyor Atanmış Kayyımın gitmesi için belki de bugün de hükümetin değişmesi gerekecek ama 70’lerdeki siyasi istikrasızlık ve koalisyon hükümetlerine nazaran, bugün tabanını kısmen konsolide etmiş daha katı, otoriter ve yekpare bir siyasi rejimle karşı karşıyayız. Bu şartlarda seçimlerin olup olmayacağı belirsizken, rektörün sadece bir kurumun direnişi ile gitmesini pek beklemiyoruz.

Bu sürecin genel bir muhasebesini yapar mısınız?

Bir yılı aşkındır devam eden bu protestonun büyülü tarafı sürdürülüyor olmasıdır diyebiliriz. Bu açıdan sosyal mücadeleler tarihinde kendi yerini aldı. Bu zaman içinde direniş görünür olarak, sınırlı sayıda da olsa, kamusal mecralarda gündeme oturduğu gibi; gündemden düşüp tökezlediği zamanlar da oldu. İçinden geçtiğimiz ağır pandemi koşulları, gittikçe derinleşen ekonomik ve siyasi kriz ve çeşitli kimlikler içine hapsolarak paramparça olmuş toplumun içinden geçtiği derin ahlaki kriz protestoyu çeşitli mecralarda konuşulur kıldığı gibi, iktidara yakın mecralarda şeytanlaştırıldı. Ülke çapında süreklileştirilmiş bir nefret rejiminin egemen kılındığı, parlamento dışı siyaset yapma zeminin ortadan kalktığı böylesi bir ortamda direnişi canlı tutmak ve ­somut bir sonuç almak oldukça güç.
Bu bir yıllık süreçte Boğaziçi direnişini kamusal alanda görünür kılan temel faktörlerden biri öğrencilerle güvenlik güçlerinin karşı karşıya gelmesi oldu. Bir yıldır üniversite içi ve çevresi ablukaya alınmış bir durumda. Protesto kampüs dışına başkaca toplumsal aktörlerle bir araya gelip genişlemeye çalıştıkça polis şiddetine maruz kaldı ve kalmaya devam ediyor. Onlarca öğrenci göz altında alınıp hapse atıldı yüzlercesine davalar ve disiplin soruşturmaları açıldı. Öğrenciler adeta bezdirildi, kampüs içi, dışı dinamik ve cüretkâr faillerinden arındırılarak izole edildi.
Öte yandan akademisyenler de, en mutabık oldukları eylem formlarını sürdürüyorlar olsalar da, herkesin mutabık kalabileceği daha yeni ve yaratıcı formlar bulmakta güçlük çekti ve çekmeye devam ediyor. Malum hem öğrenciler hem de hocalar kendi içlerinde politik olarak oldukça heterojen yapılar ve bu çeşitlilik içinde birlikte mücadele etmek, sabır, kararlılık, coşku, incelik ve nezaket gerektiriyor. Bu pozitif duyguları sürdürebilir kılmak da fevkalade meşakkatli bir iş.
Bunların dışında, mücadelede haklılık ve meşruluk önemli olsa da yetersiz kalabiliyor. Uzun soluklu bu mücadelede mevcut durumun lehimize değişebileceğine dair küçük küçük gündelik başarılı sonuçlara ihtiyaç var. Başarılı toplumsal muhalefet, zamanla azalarak içine kapanmayı değil, çoğalıp genişlemeyi gerektiriyor. Oysa, ne uzun zamandır açılmış çeşitli idari davalar yolu ile verilen hukuki mücadele sonuç verdi. Ne de direniş mekânsal ve toplumsal olarak genişleyebildi: Ne üniversiteler arasında kalıcı bir dayanışma ağı kurulabildi, ne de farklı sosyal mücadeleler arasında kalıcı ve sürdürebilir bir araya geliş söz konusu olabildi. Bir üniversitenin çeşitli bileşenlerden oluşan aktörlerinin bu anti demokratik ortamda erişebileceği maksimumum seviye de belki de ancak bu kadar olabilir. Verilen mücadele nihayet herkesi ilgilendiren bir demokrasi mücadelesi, bu mesele bir kurumun veya bir aktörün özel meselesi olmadığından tekil tekil kurumların direnmesiyle varılacak bir menzil değil. Ne var ki üniversitelerin, medyanın ve diğer başkaca toplumsal güçlerin susturulduğu, toplumun güçsüzleştirilip nötralize edildiği bir ortamda başarılı bir sonuca varmanın da mümkünat koşulları pek oluşmuyor. Yine de böylesi bir ortamda Boğaziçi bu direnişle kendi itibarını koruyarak, üniversite denen kurumun evrensel ve tarihsel anlamını herkese hatırlatarak, özerk ve demokratik bir idealin somut bir ifadesi oldu. Bu açıdan bilançonun faturasını sadece toplumsal faillere bağlamak yerinde bir değerlendirme olmaz. Bu direnişi toplumsal bağlamın içinden okumak ve faturayı bu demokrasi yoksunluğundan mustarip olan herkese kesmek gerekir, çünkü bu durumdan herkesin belli ölçülerde sorumluluğu var. Memleket satında her bir araya gelişte homurdanman ötesine geçemeyen yaygın bir toplumsal atmosfer var. Ve bu makus tarihe homurdanarak farklı bir yön verilemiyor.

Son olarak ne söylemek istersiniz?

Burada direnişin başarı(sızlık) ölçütü rektörün gitmesi-kalması meselesi değil. Bu tahribatı azaltmak ve demokratik ve özerk üniversite fikrini canlı tutmaktır ve her şartta bilimsel özgürlüğü ve fikir hürriyetini savunabilmektir. Elbette, kaybedebiliriz bu ölçüsüz kaba kuvvette ve biriktirilmiş kine karşı, fakat vazgeçmiyor ve ikna olmuyoruz. Filozof ve Rektör Miguel de Unamuno’nuya atıfla, yenmek ikna etmek demek değildir; duyguya ve tutkuya yeterince yer vermeyen kin ikna edemez. Bu açıdan, burayı bertaraf edip bastırabilirler, çünkü gerekli olandan daha fazla kaba kuvvete ve yalan aparatlarına sahipler. Oysa ikna etmek için haklılığa ve meşruiyete ihtiyaç var. Boğaziçi direnişi işte rejimin yoksun olduğu simgesel güce, yani meşruiyete ve itibara dayanıyor.

https://www.ozgurpolitika.com/haberi-bogazici-tekil-bir-mesele-degil-159418

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir