Toronto Üniversitesi’nde profesör Shahrzad Mojab ile İran ayaklanmasının cinsiyet, ulusal ve tarihsel kaynaklarını konuştuk.
8 Mart 1979’da kadınlara yönelik ilk saldırı, Humeyni’nin kadınlara zorunlu örtünmeyi ilan etmesiyle başladı. Binlerce kadın bunu protesto etti. Sokaklarda şiddetli çatışmalar yaşandı ve çok sayıda kadın tutuklandı. Sol gruplar, yeni kurulan İslamcı güçlerin bu saldırısının önemini kavrayamadı. Geniş kapsamlı bir tasfiye süreci başladı
Kürtler, İran’daki tüm nüfusun sadece yüzde 10’unu oluştururken, siyasi tutsakların yüzde 50’ye yakını Kürt. İdam edilen aktivistler arasında da Kürtlerin sayısı daha fazla. 9 Mayıs 2010’da idam edilen Ferzad KemangEr ve Şîrîn Elemhulî gibi isimleri unutmayacağız. Son iki ayda İran’da 18 binden fazla genç kadın ve erkek tutuklandı
‘Cinsiyete dayalı apartheid’ tam olarak ‘ırkçı apartheid’ gibi çalışır, teminat altına alınmış ve zor aygıtına dayanır. Jîna, toplumsal cinsiyet ve ulusal baskının kesişimini temsil ediyor. Ailesinin devletin suçunu teşhir etme konusundaki cüretkar eylemi, ataerkil teokratik devlet aygıtının güvenlik ve izleme boyutunu da açığa çıkarır nitelikteydi
İran’da Jîna Amînî’nin katledilmesiyle başlayan ve “jin, jiyan, azadî” sloganının damga vurduğu ayaklanmaya dair şimdiye kadar çok şey yazıldı çizildi. Nereye evrileceği, arka planı, toplumsal okuması, kaynakları hem irdeleniyor hem de merak konusu olmaya devam ediyor. Toronto Üniversitesi’nde profesör olan İranlı Shahrzad Mojab, İran rejimini sarsan ve bölgesel, küresel etkileri olan bu ayaklanmanın tarihsel kaynaklarına, gündelik yaşama, kapitalizm ve köktendinci rejim ilişkisine dair ufuk açıcı perspektifler sunuyor. Mojab, vaktiyle Doğu Kurdistan’a gidip gerillacılık da yapan bir feminist. Bu deneyim onu hem İran’daki Kürt toplumunun nasıl bir direniş kalesi olduğunu yakından tanımaya hem de İran’ı daha derinden analiz etmesine yardımcı olmuş. Mojab’la İran, Rojhilat Kurdistan, Rojava Devrimi, “jin jiyan azadî”nin neden dünya çapında yankı uyandırdığına dair tarihsel bilgi ve okumalarla dolu bir söyleşi yaptık.
1979 Devrimi’nin yenilgisinin İran İslam Devleti’nin varoluşunun yolunu açtığını belirtiyorsunuz. 79 Devrimi’ni ve dahil olan farklı dinamikleri bilmeyen genç okuyucularımız için bu ne anlama geliyor?
İran’daki 1979 Devrimi, 20. yüzyılın en demokratik devrimlerinden biriydi. Kadınlar, yazarlar, öğrenciler, işçiler, öğretim üyeleri, Kürtler, Araplar, Türkmenler, Türkler gibi ulusal azınlıklar dahil tüm İran halkı, hepsi otoriter, laik Pehlevi rejimine karşı ayaklandı. Devlet gücü, başbakan Musaddık’ın demokratik milliyetçi hükümetinin 1953 CIA Darbesi aracılığıyla devrilmesinden sonraki İkinci Pehlevi Kralı Muhammed Rıza Şah’ın (1953-1978) otokratik monarşik yönetimi döneminde pekiştirildi. Pehlevi kralı, 1978’de tahttan indirilene kadar bölgede ABD emperyalizminin güçlü bir müttefiki olarak kaldı. İran, Şah’ın yönetimi sırasında özellikle de şehirli orta sınıf kadınların yararlandığı 1960’lardaki reformlarla kapsamlı bir “modernleşme” ve “sekülerleşme” sürecinden geçti. Bir yandan toprak, eğitim, sağlık, istihdam ve kadın haklarını kapsayan reformlar gerçekleştirilirken diğer taraftan aydınlara, sanatçılara, öğrencilere, kadınlara, işçilere, ulusal azınlıklara ve basına eşit derecede yaygın siyasi baskı uygulandı. 1979 Devrimi’ne giden yıllarda, liberal milliyetçilerden sosyalistlere, komünistlerden İslamcılara kadar bir dizi siyasi güç Pehlevi rejimine karşı mücadele ediyordu. Fakat, İslamcı hareketin gücünü pekiştirerek 3 yıl süren İslami Kültür Devrimi (1980-1983) adı altında kadınlara örtünmeyi dayatması, solcu öğrencilerin bastırılması ve okulların kapatılmasıyla başlayan ve Kürtlere yönelik askeri saldırılarla, bir dizi zora dayalı proje ve şiddet yoluyla 1979 Devrimi’nin İran İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla yenilgiye uğratıldığını düşünüyorum. Jîna (Mahsa) Emînî’nin (16 Eylül 2022) devlet tarafından katledilmesinin ardından son isyanlara yanıt olarak ironik bir şekilde, kadınlara, öğrencilere ve Kürtlere uygulanan aynı baskı dizisi İslam devleti tarafından tekrarlanıyor.
Kürtlere, kadınlara ve öğrencilere yönelik baskı, İslami rejimin gücünü pekiştirmede önemli bir rol oynadı. Bu hareketlerde, özellikle de 1979 Devrimi sırasında ve sonrasındaki Kürt hareketinde yer almış bir aktivist olarak bize biraz kendi deneyiminizden bahseder misiniz?
1979’da Kürt bölgeleri direniş hareketinin ‘kalesi’ haline geldi. İslamcı hareket, gücünü insanların sosyal, siyasi ve ekonomik yaşamlarının her alanında dayattı. Çoğu solcu olmak üzere üniversitelerden, kamu dairelerinden, okullardan ve sendikalardan İslamcı olmayanlara yönelik kitlesel bir “tasfiye” süreci başlattılar. Sanatçılar, yazarlar, sendika aktivistleri, üniversite ve lise öğrencileri başta olmak üzere binlerce muhalif tutuklandı. Hapsedildiler, işkence gördüler ve idam edildiler. Rejim, 1981, 1983 ve 1987’de siyasi tutsakların katliamı olarak da bilinen, tam on yıllık bir muhalif katliamı, zulüm gerçekleştirdi. Bu koşullar altında İran’ın farklı yerlerinden aktivistler, yeni kurulan İslam devletine karşı direnişin son kalesi olan Kürtlerin direniş hareketine katıldı.
Ben de 1979’da Kürtlerin kendi kaderini tayin mücadelesine katıldım. Bölgeye gelip daha sonra silahlı mücadeleye katılmak benim için hayati bir deneyim oldu. Şehirlerin devrimci canlılığı ve dinamiği olağanüstüydü. Pehlevi döneminde toplum içinde Kürtçe yazıp konuşmak yasak olduğundan, bir meydan okuma olarak duvarlara Kürtçe radikal direniş sloganları kazınmıştı. Farklı Kürt siyasi partileri, insanların haberleri dinlemek, tartışmalara katılmak, okuma hücreleri düzenlemek, basılı materyalleri almak, bilgi alışverişinde bulunmak ve şehrin her yerine dağıtılmak üzere bildirileri alabilmeleri için uğrayabilecekleri merkezler kurdular. Daha uzun kaldığım Sanandaj şehrinde devletin askeri saldırılarına karşı başlatılan unutulmaz “24 Gün Direnişi”ne (18 Nisan-12 Mayıs, 1980) katıldım. Havadan ve karadan ağır silahlarla saldırı altında olan kentte, siyasi bilinci arttırmak, gıda dağıtımı ve yaralı peşmergelerin (özgürlük savaşçıları) ve sivillerin bakımını katılımcı demokrasi pratiğiyle organize etmek için mahalle meclisleri (binkeh) kurduk.
Öğretmenler, hemşireler, öğrenciler tarafından oluşturulan meclislerin hepsine kadınlar aktif olarak katıldı. Ne başarıları romantikleştirmeye ne de engelleri, özellikle de kadınların ve kızların direniş hareketine özgürce katılımını ciddi şekilde engelleyen ataerkil ilişkileri yanlış ya da eksik yorumlamaya niyetim yok. Bununla birlikte, ulusal şovenizmin yıkıcı etkisini ve ulusal azınlıklar, özellikle de kadınlar üzerindeki baskıcı ve sömürücü etkilerini fark etmeme yardımcı olan, Kürt olmayan bir kadın olarak bu harekete katılmaktı. Bana ulusun ve milliyetçiliğin sınıfsal doğasını, kültürel soykırım ve dilin yok edilmesinin (linguicide) bir ulusun sosyal, politik ve ekonomik gelişimi üzerindeki derin etkisini anlamayı sağladı.
Mevcut İslami rejimi “cinsiyet ayrımcılığı rejimi” (cinsiyete dayalı apartheid rejimi) olarak tanımlamaktasınız. Zorunlu başörtüsü dışında, bu cinsiyete dayalı apartheid rejim aygıtı insanların, özellikle de kadınların günlük yaşamları üzerinde nasıl işliyor? Kadınların başını çektiği son isyan hakkında bize ne anlatıyor?
“Cinsiyete dayalı apartheid” rejimi derken, biyolojik cinsiyet (kadın/erkek) farklılıkları temelinde örgütlenen bir iktidar yapısını kastediyorum. Bu, kamusal ve özel hayatın tamamını bu farklılaştırma temelinde toplumsal ve siyasal olarak düzenlemek ve yasal olarak sürdürmek demektir. ‘Cinsiyete dayalı apartheid’ tam olarak ‘ırkçı apartheid’ gibi çalışır, teminat altına alınmış (güvenlikleştirilmiş) ve zor aygıtına dayanır. Aynı zamanda ataerkil teokrasinin kültürel kimliği olarak da işlev görür.
8 Mart 1979’da kadınlara yönelik ilk saldırı, Humeyni’nin kadınlara zorunlu örtünmeyi ilan etmesiyle başladı. Binlerce kadın bunu protesto etti. Sokaklarda şiddetli çatışmalar yaşandı ve çok sayıda kadın dövüldü ve tutuklandı. Sol gruplar, yeni kurulan İslamcı güçlerin bu saldırısının önemini kavrayamadı. Devletin anti-emperyalist söylemini kadın haklarının ihlali karşısında ayrıcalıklı ve daha önemli görerek kadınların cinsiyet ve bedenleri üzerinden hakları için verdikleri mücadeleyi kitlesel olarak desteklemediler. Yukarıda da belirttiğim gibi kadın haklarına yönelik saldırıları üniversitelerdeki solcu öğrenci, öğretim üyesi ve çalışanları kampüslerden uzaklaştırmaya yönelik saldırılar takip etti. Geniş kapsamlı bir tasfiye (“arınma”) süreci başladı ve tam üç yıl (1980-1983) sürdü.
Mart 1979 ile Nisan 1983 arasında, örtünme yasal olarak zorunlu hale gelirken, başörtüsü kullanmayan kadınlar kademeli olarak kamu görevlerinden men edildi. Bir yandan tüm kadın yargıçlar görevden alınırken, kişisel ceza kanunu (kadının boşanma hakkı da dahil olmak üzere boşanma, evlilik, velayet, miras, seyahat ve mülkiyet) şeriata dayalı olarak kapsamlı ve kökten bir şekilde yeniden yapılandırıldı. Bu yeniden yapılandırma sürecinden tüm eğitim sistemi de payını aldı. Ders kitapları ve eğitim müfredatı, cinsiyete dayalı farklılaştırma yaklaşımını temsil edecek şekilde yeniden düzenlendi ve yazıldı. Parklar, dinlenme tesisleri, otobüsler, restoranlar gibi kamusal alanlar cinsiyet ayrımına göre yeniden düzenlendi ve izlemeye alındı. Bu, İran’da kamusal ve özel hayatın ‘İslamlaştırılması’ olarak bilinen devasa bir sosyal, eğitimsel ve politik projeydi. Ancak kadınlar tüm bu kısıtlamalara yaratıcı ve cüretkâr yollarla direndi ve meydan okudu, dolayısıyla ‘uygunsuz örtünme’ veya ‘kötü örtünme’ kavramları ortaya çıktı. 1990’larda başlayarak devletin bu direnişe tepkisi, örtünmenin daha fazla yasal çerçevesini genişletmek ve tanımladığı çerçevenin dışında kalanı da kriminalize etmek oldu. Daha sonra, Nisan 2005’te Kültür Devrimi Yüksek Konseyi, 2006’da onaylanan “İffet ve Örtünme” yasasını çıkardı. Bu yasanın uygulanması için “ahlak polisi” örgütü (İslami Dini Polis yardım gücü ya da Rehberlik Devriyesi adlandırması daha uygundur) olarak bilinen yeni bir devlete bağlı zor/şiddet gücü kuruldu. İran İslam Ceza Kanunu’nun 683. Maddesi uyarınca başörtüsü takmayan bir kadının cezası 10 günden iki aya kadar hapis ve para cezasından oluşuyor ve ayrıca 74 defaya kadar kırbaçlanabiliyor.
Ocak 2018’den itibaren, özellikle kozmopolit bir şehir olan Tahran’da, “uygunsuz şekilde örtülen” kadınların cezalandırılmalarında bir değişiklik yaşandı. Bu değişimin iki nedeni var: 1) 2014-2018 yılları arasında başörtüsü yasasına karşı direnen kadınların her geçen gün artan sayısı. Örneğin, İçişleri Bakanı 2014 yılında 220 bin kadının başörtüsü yasasını ihlal etmeyeceklerine dair bir beyanname imzalamak üzere karakollara götürüldüğünü açıkladı. 4 milyona yakın İranlı, İslami kıyafet kurallarına uymadıkları için ‘uyarı’ ve ‘rehberlik’ aldı. (Bu sayıya makyaj, oje, duruş veya toplum içinde yüksek sesle gülme gibi sebeplerden kadınların yanı sıra saç kesim tarzları, dar gömlek ya da pantolon giyen erkekler de dahil.) 27 Aralık 2017’de Tahran emniyet müdürü, İslami giyim değerlerine uymayanların artık gözaltı merkezlerine götürülmeyeceğini, haklarında yasal işlem yapılmayacağını ve mahkemeye gönderilmeyeceğini duyurdu. Bunun yerine, davranışlarını düzeltmeye yönelik eğitim sınıflarının oluşturulacağını bildirdi. Bu dini “yeniden eğitim” merkezlerinde kadınlardan daha sonra “kötü başörtüsü” suçunu bir daha işlemeyeceklerine ve İslami değerlere nasıl uymaları gerektiğini öğrenmek için polis tarafından organize edilen “rehberlik” programına katılacaklarına dair bir form imzalamaları talep ediliyor.
Yükselen bu son isyan şiddet ve zor ile ayakta duran cinsiyete dayalı apartheid yapılarına bir tepkidir. Bununla birlikte, başörtüsünün saçı örten bir bez parçasından daha fazlası olduğunun altını çizmek gerekir. Yasal olarak, tüm toplumu şeriat hukukuna göre yapılandırmak anlamına gelmektedir. Dolayısıyla iffeti, din ahlakını, cinsel arzuları, aile ilişkilerini içerir. Fiziksel olarak, özel hayata doğrudan müdahale ile kamusal alanı “bölme”, “ayırma” anlamına gelmektedir. Politik olarak ise kadın bedeninin ve cinselliğinin kontrol ve disiplin edilmesiyle ilgili olduğu gibi, aynı zamanda bedensel özgürlüğün, düşünce özgürlüğünün, örgütlenme özgürlüğünün, eleştirel düşünme ve sorgulamanın bastırılmasıyla da ilgilidir.
İran cezaevlerinde Zeyneb Celaliyan gibi binlerce siyasi tutsak, kadın ve erkek var. İdam cezası da rejimin yaygın olarak kullandığı baskı yöntemlerinden biridir. Bu konuda sınırlı bir farkındalık var gibi görünüyor. Diasporada yaşayan insanlar ve insan hakları aktivistleri bu konuda neler yapabilir?
Genel olarak dünya, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki siyasi tutukluların, özellikle de kadınların durumu konusunda sessiz kalıyor. Türkiye, Filistin, İran ve Mısır’da hapsedilen kadınların kötü durumu haber değeri görmüyor. İnsan hakları aktivistleri tarafından da sıklıkla gündem yapılmadığı gibi feminist akademinin analizlerinde de yer verilmiyor. Bir Kürt kadını olan Zeyneb Celaliyan bu duruma açık bir örnektir. Mart 2008’de 26 yaşındayken tutuklandı ve “yasaklı” bir Kürt grubu olan “Kürdistan Özgür Yaşam Partisi”ne (PJAK) üye olduğu ve Allah’a karşı savaşmakla (mohareb) suçlanarak ölüm cezasına çarptırıldı. 2011’de ölüm cezası ömür boyu hapse çevrildi. İran’da en uzun süre hapiste olan kadın siyasi tutsaktır. Tutsak Kürtler, İslami devlet tarafından çok sert ve ağır muameleye maruz bırakılıyor. Kürtler, İran’daki tüm nüfusun sadece yüzde 10’unu oluştururken, siyasi tutsakların yüzde 50’ye yakını Kürt. İdam edilen aktivistler arasında da Kürtlerin sayısı daha fazla. 9 Mayıs 2010’da idam edilen Ferzad Kemanger (öğretmen, insan hakları aktivisti ve gazeteci) ve Şîrîn Elemhulî (28), (PJAK sempatizanı) gibi isimleri unutmayacağız. Son iki ayda İran’da 18 binden fazla genç kadın ve erkek tutuklandı, bunların arasında 242 isimlerini bildiğimiz sanatçı, yazar ve gazeteci var. Trajik bir şekilde, serbest bırakılanlardan kadın ve erkek bazıları intihar etti. Tecavüz ve işkence edildiğine dair raporlar mevcut. Devletin halk ayaklanması karşısındaki şiddet ve ürkütücü boyuttaki intikamcı uygulamaları geniş çapta raporlanmalı ve duyurulmalı, sadece bölgesel olarak değil uluslararası alanda da insan hakları ve tüm devrimci ve demokratik grupların öncelikli gündeminde yer almalıdır.
İran’daki isyan artık 3. ayını geride bıraktı. Devlet askeri müdahale ile protestoculara yönelik saldırılarını her geçen gün arttırırken, protestocuların da direnerek geri adım atmadığı bir sürece tanık oluyoruz. Yakın geçmişte de benzer isyanlar oldu ama bu kadar uzun süreli ve ülke çapında yaygın değildi. Bu sefer farklı olan ne?
2009’dan bu yana İran’da kadınlar, işçiler, öğrenciler, öğretmenler, hemşireler, doktorlar, yazarlar, çevreciler, barış aktivistlerinin içinde olduğu ‘toplumsal huzursuzluk’ veya ‘toplumsal protesto’ diyebileceğimiz bir hareketlilik söz konusu. Başka bir deyişle, ülke çapında işsizlik, yoksulluk, yüksek yakıt fiyatları, enflasyon, çevre tahribatı, su kıtlığı, zor zaman yaptırımları (yönetici sınıflara ve yandaşlarına çok büyük fayda sağlayan) gibi birçok farklı konuda kendiliğinden gelişen isyanlar oldu. 2017-2018’de düzenli olarak ekonomik protestolar gerçekleşti, ardından Ocak 2018’de “Devrim Sokağının Kızları” isyanı geldi. Bu isyan genç kadınların zorunlu başörtüsü yasasını protesto etmek için kendiliğinden gelişen bir eylemiydi. Kadınlar, bir özgürlük sembolü olarak Tahran’ın işlek bir ana caddesi olan Devrim Caddesi’nin ortasında bir platform üzerinde durarak peçelerini çıkarıp bir çubuğa takıp havada salladılar. COVID-19, İran’ı ekonomik olarak sömürücü ve kültürel olarak baskıcı bu koşullar altında vurdu. Enflasyon, para biriminin devalüasyonu, gıda ve yakıt fiyatlarındaki artış ve ardından 11 Ocak 2020’de Ukrayna Uluslararası Hava Yolları’na ait 752 sefer sayılı uçuşun düşürülmesi, İran’daki ve diasporadaki insanları daha da öfkelendirdi. Bu nedenle, Jîna Emînî’nin devlet tarafından vahşice katledilmesi, bu bastırılmış öfke ve hayal kırıklıklarının gölgesinde gerçekleşti ve ülke çapında tüm uluslardan (Kürtler, Beluciler, Araplar ve Türkler) insanları otoriter teokratik devlete karşı birleştirdi. Jîna, toplumsal cinsiyet ve ulusal baskının kesişimini temsil ediyor. Ailesinin devletin suçunu teşhir etme konusundaki cüretkar eylemi, ataerkil teokratik devlet aygıtının güvenlik ve izleme boyutunu da açığa çıkarır nitelikteydi. Kadınların ve Kürtlerin tepkisinin hızlı olması ve “jin, jiyan, azadî” sloganının ülke çapında yankılanması ve küresel bir özgürlük, demokrasi, adalet ve eşitlik sloganı haline gelmesi aslında bu bağlamda hiç şaşırtıcı değil.
Genç Kürt kadını Jîna’nın öldürülmesinin ardından başlayan isyanın sloganı “jin jiyan azadî” Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin siyasi perspektifinin temelini oluşturmaktadır. Kürt Özgürlük Hareketi, Rojava Devrimi ve “jin jiyan azadî” sloganında vücut bulan özgürlük mücadelesi size Ortadoğu’da yeni bir devrim için umut veriyor mu?
Ortadoğu, 20. yüzyılın başlarından ortalarına kadar en önemli demokratik devrimlerden bazılarına evsahipliği yapmıştır. Şimdi de 21. yüzyıldaki en önemli demokratik devrimin Rojava Devrimi’nin yeridir. Bölge; köylüler, kadınlar, öğrenciler, işçiler ve son yıllarda çevre, barış ve LGBTQ+ grupları da barındarın uzun bir toplumsal hareketler tarihine sahiptir. Bu hareketler, farklı tarihsel anlarda, anti-kolonyalizmden milliyetçiliğe, liberalizmden sosyalizm ve komünizme kadar uzanan ve kimi zaman birbiriyle de çatışma halinde olan farklı siyasi ve ideolojik güçlerden etkilenmiş ya da bizzat onlar tarafından örgütlenmiştir. Bölgede, İslam ısrarlı bir şekilde siyasi ve ideolojik bir engel olarak bu hareketlerin karşısına çıkmaktadır. İran İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşu, bölgedeki toplumsal cinsiyet ilişkileri siyasetini değiştirdi. Laik modernist kadın ve erkeklerin devlet ile dini ayırma mücadelesi bir anda sona erdi ve her şeyden önce kadınları hedef alan geniş bir İslamlaştırma projesi başladı. Yukarıda da belirttiğim gibi, direnişe rağmen cinsiyet ayrımı adım adım ve çoğu zaman baskı ve zor kullanılarak dayatıldı.
Bununla birlikte, bölgedeki kilit açmaz, ataerkil köktendincilik/gericilik ile kapitalist emperyalizm arasındaki ilişkidir. Bu iki baskıcı ve sömürücü dinamik arasındaki ilişki, örneğin gerileme ve ilerleme, özgürlük ve zorbalık, uygarlık ve barbarlık ya da kadın özgürlüğü ile kadınların boyun eğdirilmesi arasında bir çelişkiyi ortaya çıkarmamaktadır. Bu iki dinamik birbiriyle çatışma/çelişki halindeyken bile, aslında kadının özgürleşmesine, halk demokrasisine, bağımsızlığa, eşitliğe, insan haklarına, laikliğe ve sosyalizme karşı oldukları ölçüde aynı tarafta yer alırlar. Bana göre “jin, jiyan, azadî” sloganının gücü, ataerkil, ırkçı, sömürgeci, kapitalist, emperyalist ve köktendinci ve gerici baskı ve sömürü ilişkilerden arınmış bir yaşam mücadelesini temsil etmesinden gelmektedir. Toprağın işgal edilmediği, doğal kaynakların kâr için çalınıp el konulmadığı, insan hayatlarının savaş ve şiddetle mahvolmadığı; insanların doğal ve insan kaynaklı felaketler nedeniyle yerinden edilmediği, fikir özgürlüğüne, akademik özgürlüğe, ifade özgürlüğüne, cinsel arzularını kendin kontrol etme özgürlüğüne, örgütlenme özgürlüğüne ve en önemlisi isyan özgürlüğüne dayalı bir yaşam. Bu özgür yaşamda hapishane sistemi ortadan kaldırılmalı, kapitalist sömürü ilişkileri ortadan kaldırılmalı, devlet ve din birbirinden ayrılmalıdır. Hiç şüphesiz, ataerkil kapitalizmin ve gerici köktendinciliğin yıkıcı savaşları bedenleri ve cinsellikleri üzerinden yürütülürken, buna karşı mücadeleye kadınlar öncülük ediyor.
* * *
Shahrzad Mojab’a dair
Shahrzad Mojab, Toronto Üniversitesi’nde Eğitim ve Kadın ve Cinsiyet Çalışmaları profesörüdür. Son kitapları Marksizm ve Göç; Kürdistan Kadınları: Tarihsel ve Bibliyografik Bir Çalışma; -Devletsiz Ulusun Kadınları- Kürt Kadını Üzerine Araştırmalar ve Devrimci Öğrenme: Marksizm ve Feminizm, Bilgi.
***
Çeviride destek olan Zelal Güneş’e teşekkürler…