SUÇA ORTAK OLMAYANLARIN HAKİKATİ- Dosya 8
Anayasa Mahkemesi’nin hak ihlali kararı ile bir kez daha gündeme gelen Barış Akademisyenleri’ne dair okurlarımız için bir yazı dizisi hazırladık. Yazı dizimizin ilk bölümünde, ne dediler de bu kadar yoğun baskıya maruz kaldılar ve yaşadıkları hukuksal süreci özetledik. Yazı dizimizin devamında ise Barış Akademisyenleri’nin kendi anlatımları, hikayeleri, kayıpları, zorlukları, dayanışmaları yer alacak. Kendi kalemleriyle hikayelerini yazacaklar. Son olarak Türkiye’nin toplumsal bilincine her alanda katkı sunan bu zihinlerin makalelerine yer veriyoruz. Uzmanlık alanları üzerinden ülkenin içinde bulunduğu durumu yorumladılar, analiz ettiler. Yani kendilerini ve ülkenin halini anlattılar.
Kemerburgaz Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi Moda Tasarımı Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Lütfiye Bozdağ, Barış İçin Akademisyenlerin “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzalaması nedeniyle yargılanıyor.
Lütfiye Bozdağ
Cizre-Lyon-Londra üçgeninde bir gerçeklik öyküsü
Haziran 2019’da Londra, Tate Modern’de, Türkiye’den Zehra Doğan’ın da dahil olduğu bir grup sanatçı bir sergi düzenledi. Müzenin Tate Exchange bölümünde yer alan sergi, “Geride Kalanlar” başlığını taşıyordu. Sergide; Cizre, Nusaybin gibi bölgelerden, çatışmalı zamanlarda toplanan eşyalardan oluşan bir yerleştirme, bir video ve Ege Dündar ile Zehra Doğan’ın birlikte hazırladıkları bir gazete yer alıyordu. Sanatçılar yaşanmış bir gerçekliği sanatın araçlarıyla sanatın dili üzerinden anlatmaya çalıştılar.
Sanatçıların ele aldığı konuyu Cizre ve Nusaybin’de yaşananları, Lyon ve Rhones-Alpes Bölgesi Kürt Dostluk Derneği 21 Şubat 2019 tarihinde düzenlediği bir konferansta Faysal Sarıyıldız’ın tanıklığında dinliyordu. Tuna Altınel bu konuşmayı Fransızcaya çevirdi. 12 Nisan 2019 tarihinde Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan İstanbul’a giriş yaparken Altınel’in pasaportuna tahdit gerekçesiyle el konuldu. 30 yıldır yurtdışında yaşayan Altınel’in Türkiye’de bir ikametgâh adresi olmadığı için, Balıkesir’e bağlı nüfus kaydından hareketle tahdidin Balıkesir Valiliği tarafından konulduğu ortaya çıktı.
Gerçeğin çevirisi suç denildi
Pasaportu üzerindeki tahdidin kaldırılması ile ilgili işlemleri yapabilmek için 10 Mayıs 2019 tarihinde Balıkesir Nüfus Müdürlüğü’ne giden Tuna Altınel, “terör örgütü propagandası yapmak” suçlaması ile gözaltına alındı ve 11 Mayıs 2019 Cumartesi günü, nöbetçi mahkemeye çıkarılarak apar topar tutuklandı. Yine alelacele savcılığın hazırladığı iddianameyle “terör örgütü propagandası yapmak” suçu “terör örgütü üyeliği” suçlamasına dönüştürüldü. İddianamede yer alan suçlamanın dayandırıldığı belge ve deliller Fransa’da bulunan ve yasal bir kuruluş olan Lyon ve Rhones-Alpes Bölgesi Kürt Dostluk Derneği’nin düzenlediği bir konferansta çevirmenlik yaptığı sırada kaydedilen görüntü ve sosyal medya paylaşımlarından ibaretti. Lyon ve Rhones-Alpes Bölgesi Kürt Dostluk Derneği, Fransa devletinin yasalarıyla kurulmuş yasal bir dernekti. Dernek etkinliğinde ele alınan konu ise yaşanmış bir gerçekliği tanıklarından dinlemekti.
Sadece imzalamadım yaşadım da
Yaşanmış bir gerçeklik birçok şekilde ifade edilebilir. Bazen bir konferansla bazen de bir sanat etkinliğiyle. Zehra Doğan yaşam pratiğini sanat pratiğiyle birleştiren bir sanatçı. Bir matematikçi olan Tuna Altınel ise; “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalamaktan yargılandığı ağır ceza mahkemesindeki savunmasında “Ben Barış Bildirisi’ni yalnızca imzalamadım, onu düşündüm, hissettim, yaşadım. O metni ben yazdım. Her cümlesinin arkasındayım” derken bölgedeki tanıklığı üzerinden konuşuyordu.
‘Makbul vatandaş’ değiliz
Zehra Doğan, 2015-2016 yıllarında çatışmaların yoğun yaşandığı zamanlarda Cizre ve Nusaybin gibi yerlerde gazetecilik yapıyordu. Bir süre sonra yaptığı haberlerden dolayı kovuşturmaya uğrayıp cezaevine kondu ve yaklaşık iki buçuk sene hapis yattı. Tuna Altınel, Eylül 2015’ten itibaren Cizre ve Nusaybin’e çeşitli defalar gitmişti, savunmasında; “Savaş hazırlıklarını gördüm, savaşın sesini dinledim, yıkım ve zorunlu göç mağdurlarına yardım etmek için çuval çuval erzak taşıdım. Evlerini, yakınlarını yitirenlerle konuştum, bunların hepsini bireysel bir girişim olarak yaptım ve ilkem şu oldu: Her Türk vatandaşı benim yaptığımı yaparsa barışa biraz daha yaklaşırız.” Henüz barışa yaklaşamadık, yaklaşamadığımız gibi barış istemek suç sayıldı, barış talebinde bulunan herkes vatan haini ilan edildi, barış isteyen akademisyenler tutuklandı, hapis yattı. Devlet makbul vatandaş ister, makbul olmayan her vatandaş cezalandırılır, ceza ile ıslah edilir, makbul hale getirilmek istenir. Tuna Altınel, Füsun Üstel’in kitabında sözünü ettiği “makbul vatandaş” tanımına uygun davranmadığı gerekçesiyle 81 gün hapis yattı. Zehra Doğan makbul bir gazeteci gibi iktidar yanlısı yayın yapmadığı için 2.5 yıl hapis yatarak ödedi.
Bastırılanın geri dönüşü
Füsun Hoca’nın tanımladığı Zehra Doğan ve Tuna Altınel’i makbul vatandaş olarak görmeyen ve hapisle cezalandıran siyasal iktidar, susan, sorgulamayan, biat eden vatandaş istiyor. Buna karşı çıkanları baskı ve şiddet uygulayarak cezalandırıyor. Fazla baskı bazen de ters teperek dışarıya vuruyor kendini. Freudyan literatürde “bastırılanın geri dönüşü” gerçekleşebiliyor ve bastırılan, başka bir coğrafyada Londra ve Lyon’da tezahür edebiliyor. Öyle de oldu. Türkiye’nin mevcut kamusallığı içinde görmezden gelinen bir gerçeklik bir başka coğrafyada su yüzüne çıktı, görünür hale geldi. Zehra Doğan, “içinden geçtiği sokaklardan, evlerden ve kuytuluklardan riske girerek bazı nesneler topladı. Aslında bu topladıkları bir bakıma şiddet göstergeleri ve suç kanıtları. Durmadı, cezaevinde de eline geçen her malzemeyi görsel bir forma büründürmekle uğraştı. Belgelediği, şahit olduğu, anlatmak ve göstermek istediği birçok hikaye biriktirdi.”
Lyon ve Londra
Zehra Doğan ve Tuna Altınel’i hapse götüren tanıklıkları bölgede yaşanan trajediyi dile getirmek, oradan yükselen çığlıkları duyurmaktı. Zehra Doğan’ın sergisinde yer alan “Nusaybin ve Cizre’de yaşananlardan arta kalanlar”, yanmış nesneler ve “kişisel” eşyalar, ürkütücü ve irrite edici bir şiddeti yansıtıyordu. Sergide ortaya çıkan bu görünürlük yaşanan şiddetin pornografi olamayacak kadar yıkıcı ve travmatik olduğunu gözler önüne seriyordu. Bölgede yaşanan şiddet sosyal medya üzerinden kamusal alanda yayılmış, ancak görmezden gelinmişti. Tuna Altınel’in Lyon’da, Zehra Doğan’ın Londra’da gösterdiği çaba yaşanan şiddet ve zulmü hatırlatmak, unutturmamaktı.
İstanbul’da açılabilir miydi?
Anlatılamayanın, gösterilemeyenin Lyon ve Londra’da görünür olması Türkiye’de demokrasi ve özgürlük ortamının olmadığı bir döneme denk gelmesiyle ilgili. “Türkiye’de hangi sanat kurumu böyle bir sergiyi açabilir? Hangi konferans salonuna Faysal Sarıyıldız davet edilebilirdi?” “Tate Modern’le isim benzerliği olan İstanbul Modern böyle bir sergi açabilir miydi mesela? Böyle bir işin, Türkiye’nin “batısı”nı es geçip, doğrudan Tate Modern’e gitmesi gayet normal, zira Nusaybin’le, mesela, İstanbul arasında böyle bir bağ kurmak neredeyse imkansız.”
Tuna Altınel savunmasında Nusaybin, Cizre ile İstanbul arasında, Fırat’ın doğusuyla batısı arasında bir bağ kuruyordu. Faşizmin yükseldiği günlerde bu bağı kurmak cesaretini gösteren biri elbette cezalandırılacaktı. Makbul vatandaş olmayanlara aba altından sopa göstermenin bir yoluydu bu cezalandırma.
Suç kanıtları
E Li Duman, sergisinin Londra’da açılması, Faysal Sarıyıldız’ın Lyon’da konuşması Türkiye’de yapılamayanın yokluğu üzerinden var olan bir orada olma haliydi. “Oradaki” sergi ya da konuşma, “buradaki” yokluğu daha da belirginleştiriyordu. Türkiye’de yok sayılanın Londra ve Lyon’da zuhur edişi. Gerçeğin yok edilemeyişi, yaşananların üstünün kapatılamayışı…
Zehra Doğan’ın “sergilediği” nesneler yaşanmış bir trajedinin ardından kalan eşyalar, Tuna Altınel’in dimağında kalan imgeler, zulmün ve şiddetin göstergeleri ve suç kanıtlarıydı.
Cumartesi Anneleri’nin evlatlarına ilişkin kayıp suç kanıtları gibi, Sivas’ta Madımak Oteli’nde yok edilen suç delilleri gibi.. Ülke sınırları içinde kaybedilenlerin sürekli devlet tarafından üstünün örtülmesi bu kez Cizre ve Nusaybin’de yaşananların üstünü örtmeye çalışırken Zehra Doğan ve Tuna Altınel tarafından örtülerin açılması cezasız bırakılamazdı.
Yüzleşme kaçınılmaz
İnsanların “kaybedilebildiği” bir coğrafyada susmayanların, konuşanların yanında olan Tuna Altınel Türkiye’de bulunduğu her cumartesi, kayıplarını arayan ailelerle Cumartesi Anneleri’yle dayanışmaya devam ediyor. Zehra Doğan, bu kuşatılmışlıkta “rejim-içi” ifade mekanizmalarının tıkandığı yerde Türkiye’de yapamadığını Londra’da yapmaya ve görmezden gelineni görünür kılmaya devam ediyor. Lyon’da ve Londra’da anlatılan, yok sayılan, görmezden gelinen bir acının tarihselliğin içine yayılarak kaybolması beklenirken toplumsal hafızada yer eden bir belleğe dönüşmesi, er ya da geç yüzleşmeyi kaçınılmaz kılacaktır.
Kimse unutamaz ve unutturamaz
Sergide yer alan eşyalar, sadece eşya değil, “ezilmiş ve tahrip olmuşluklarıyla” değil, taşıdıkları potansiyeller açısından da… Bir battaniye veya kilimin mermilerden korumayı sağlaması, bir mutfak eşyasının haberleşme için, hayatta olunup olunmadığına dair sese dönüşmesi veya beyaz bir başörtüsünün barış bayrağı halini alması gibi kendi kullanım anlamlarını aşmaları onları sıradan nesnelerden kurtarıp hafızamızda “olayın kendisi”ni canlı tutmak, yaşanan şiddetin bütününü, parçalar üzerinden nesnelerde göstermeye dönüşüyor. Sergi salonunda duran bir terlik “orada” durmasıyla, delici bir etki yaratıyor. Zehra Doğan’ın bize gösterdiği eşyaların seyirlik imgeler olmadığını, bu eşyaların, 2015-2016 yılında bölgede yaşananları inkar etmeye karşı örtbas etmeye karşı “delil” olarak orada durduğunu toplumsal hafızayı diri tuttuğunu söyleyebiliriz. Zehra Doğan ve Tuna Altınel tarafından örtülerin açılması başkasının acısına bakmayı, tanımlanması ve anlaşılması zor bir trajedinin çağrışımsal etkilerini canlı tutan bir belleği önümüze koydu. Artık kimse bu trajediyi unutamaz ve unutturamaz.
1-Amitiés Kurdes de Lyon et Rhône-Alpes
2- Akademisyen Yargılamaları, Tuna Altınel’in Beyanı, https://bianet.org/1/19/205946-tuna-altinel-in-beyani
3-Bu bir sergi değildir. 21.07.2019, Wenda Mahmut Koyuncu – Ahmet Ergenç (Kritik Kolektif), https://www.unlimitedrag.com/single-post/2019/07/21/Bu-bir-sergi-degildir
Barış Akademisyeni Ozan Devrim Yay, Barış Bildirisinii imzaladığı için Anadolu Üniversitesi Çevre Mühendisliği Fakültesi’nde Yrd. Doç. olarak görev yaparken KHK ile ihraç edildi.
Toplumsal dinamiklerle buluşulmalı
Ozan Devrim yay
Kâğıt üstünde biten ama sonuçları hayatımızın bir parçası haline gelen Olağanüstü Hal (OHAL) aslında elbette her şeyin başlangıcı değildi. Tarih hep yok saymanın, asimilasyonun, sömürünün, baskının ölümün tarihi oldu. Sömürülen ve öldürülen, insanın da dâhil olduğu doğa ve onun bileşenleri oldu. Yaşadığımız dönemi anlamak için, bugünün özgül koşullarını da değerlendirmeyi ihmal etmeden, bu tarihi anlamak gerekiyor.
Kanun Hükmünde Kararname (KHK) denen hukuksal garabetin neden olduğu yıkıcı sonuçlarını OHAL ilanından sonra kişisel hikâyelerimizde daha net görmüş olsak da KHK’leri sadece OHAL dönemlerinden tanımıyoruz. Örneğin, 6 Nisan 2011’de çıkarılan bir yetki kanunu ile Bakanlar Kurulu’na, 6 ay süreyle KHK çıkarma yetkisi verilmişti. Kanunun amacı “kamu hizmetlerinin düzenli, süratli, etkin, verimli ve ekonomik bir şekilde yürütülmesini sağlamak” olarak ifade ediliyordu. Yani “sürat” ve “verimlilik” söylemleri ile iktidarın önünde engel olarak gördüğü kurum ve süreçler tasfiye edilmek isteniyordu. Kapsamı çok geniş olan yetki kanununa dayanarak çıkarılan KHK’lerden bazıları da Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın kurulması ve yetkileri ile ilgiliydi. Söz konusu KHK’ler ile, daha önce yerel yönetimlere ve yarı özerk yapıdaki koruma kurullarına ait olan çok sayıda yetki, KHK ile kurulmuş olan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na geçmiş oldu. Doğa savunucularının elini güçlendiren sit alanlarıyla, milli park vb. ile ilgili yetkiler bakanlığa geçti ve sonraki süreçte de, koruma kurullarının daha önce belirlemiş olduğu sit alanları “yeniden değerlendirilmeye” başladı ve bazıları koruma statülerini kaybettiler.
OHAL KHK’si ile üniversiteden koparılmış olan ve çevre alanında çalışan biz, olağan dönem KHK’lerinin eseri bir bakanlık ile mücadele halindeyiz. “Biz” dediğime de bakmayın, akademi camiasından bir avuç insandır bunu dert eden. Bugün Munzur’a, Cudi’ye, Kaz Dağları’na saldıran ve gücünü sadece bugünden değil dünden alan bir iktidar gücü var. O güce karşı direnen, yer yer onu durduran da, gücünü yine uzun bir mücadele tarihinden alan halk dinamikleridir. Akademik bilgi, bu mücadele dinamiği ile birleşmedikçe kâğıt üstünde kalmış mürekkep israfı olacaktır. Temiz su hakkı için mücadele eden bir belde halkının tam da ihtiyacı olan akademik bilgiye sahip olan bir meslektaşının ağzından “Verilerimi buna destek için kullanmam, bu verilerden makale yazacağım” cümlesini duyan eski bir akademisyen olarak bunu rahatlıkla söylüyorum.
Cizre’yi, İdil’i ve Sur’u unutmadan
Barışa ufacık bir katkı olsun diye imzaladığımız bir metin vardı. Söz de yazı da elbette değerlidir ama söylenen sözün, yazılan yazının arkasında durmak gerekiyor ki amaçlanan şey için bir adım daha atılabilsin. Yaşadığımız diğer baskılar ve nihayetinde KHK ile ihraç edilmemizdeki amaç bizi terbiye etmek ve geri adım atmamızı sağlamaktı. Kimilerinde bu işe yaradıysa da, önemli bir kısmımız için geri tepti ve yeni mücadele alanları ve yöntemleri arayıp bulmamız sonucunu doğurdu. Bunu adı bazen Dayanışma Akademisi oldu, bazen Eskişehir Okulu oldu, bazen Barışa Ezgiler isimli bir müzik grubu oldu. “Barış akademisyeni” gibi markalaşma tehlikesi içeren bir kavrama hapsolmadan, bu sürecin çıktığı yeri yani Cizre’yi, İdil’i, Sur’u ve diğerlerini unutmadan ve kendi sürecimizin bunlardan daha önemli olmadığını bilerek, toplumsal dinamiklerle buluşmayı ihmal etmeyen bir akademik üretim olmalıdır bundan sonraki hedefimiz de.
Yarın: Cenk Yiğiter, Emrah Günok
4 Eylül 2019 – https://yeniyasamgazetesi3.com/cizre-lyon-londra-ucgeninde-bir-gerceklik-oykusu/