En çok seni seviyordu

Yakın tarihin girdisinin-çıktısının şahidi, mahkûmu ve davacısı Eren Keskin anlatıyor…

Bu topraklarda yakın tarih yazılacaksa ismi ilk yazılacaklar arasında onun ismi var. Bu memleketin yakın tarihi, onun kişisel tarihiyle iç içe. Kürt bilgesi Musa Anter’in “Türkiye’nin 55 yıllık girdisinin, çıktısının yeminli, canlı bir şahidiyim. ‘Hem yalnız şahidi mi?’ Değil!.. Sanığıyım, mahkumuyum ve davacısıyım” der. Bu sözler, Apê Musa’dan sonra en yakın başka kimleri ifade eder diye sorulursa onun ismi öne çıkar. Eren Keskin, bu memleketin sanığı, mahkumu ve davacısı.
1990’ların girdisi çıktısı, faili meçhuller, köy yakmalar, işkenceler, bu karanlığın içinde edinilen sonsuz dostluklar, bu acıların içinden neşeli bir direnç, kayıp gidenleri kendi ruhunda yaşatmak… O yüzden Eren Keskin’i anlatan biyografi kitabı, bir kişisel tarih değil. Kişisel bir tarihin memleket tarihiyle çakışma noktası. Bu açıdan Eren Keskin’i okuyan biraz da memleketin halini okur. Gazeteci Bircan Değirmenci’nin “Eren Keskin: Keskin Bir Hayat” adlı İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabı okuduktan sonra Eren Keskin ile randevulaşıyoruz. Bir perşembe günü için sözleşiyoruz ama gerçekleştiremiyoruz. Çünkü yaşanan ihlaller, davalar vs. Yine randevulaştığımız bir gün ofisinde buluşuyoruz. İçeri girer girmez kulağımda bir kadının hıçkırıkları… İnsanız etkileniyoruz. Görüşmenin bitmesini bekliyorum. Eren hoca, bütün kibarlığıyla görüşmeden hemen sonra röportaja başlayabileceğimizi söylüyor. Elbette beklerim diyorum. Üzgün, çok etkilenmiş. Kendisinden yardım isteyen bir kadının yaşadığı acıyı paylaşıyor, hafifletmeye çalışıyor ve bir yandan da onun için mücadele edeceğini söylüyor. Görüşmeler bitiyor ve tatlı bir gülümsemesiyle sohbetimize başlıyoruz.

Bir dönemin tanığı

Önce kitap fikrinin nasıl oluştuğunu merak ediyorum, anlatıyor Eren hoca, “Tabi ki raporlar hazırladık mücadelemiz boyunca ama raporlara sığmayacak bir de insan hikayeleri var, olayların arkasında. Bunlar hep birikti herkesin hayatında olduğu gibi. Bana çok fazla insan niye yazmıyorsun diyordu. Bir dönemin tanığısınız tabi, tanığısınız derken biz çok az kişiydik. Özellikle 90’larda Kürdistan’da yaşanan hak ihlalleri artmış kimse gitmek istemiyordu o dönem. Biz sınırlı sayıda insanla birçok olaya tanıklık ettik. Özellikle ben bu kitabı 90’lardaki insan hikayeleri olsun diye istedim. Onları anlatabilmek için ama hiç zaman olmadı, ya da ben yaratmadım ya da hep duygu birliğim olan birini bekledim. İlk Bircan ile konuştuğumuzda tamam biz Bircan ile yapabiliriz dedim. Çünkü Bircan ile bir dönemi birlikte yaşadık. O Özgür Gündem’in muhabiriydi, biz her gün DGM’lerdeydik. Bütün gün gazetecilerle küçücük bir odada duruşma bekliyorduk. Onlar da haber peşinde koşardı. Bir de ben Bircan’ın kalemini çok beğeniyorum, gerçekten benim çok içime sindi ve öyle başladık” diyor.

‘Ağlayarak okurdum’

Yaşananlar o kadar çoktur ki Eren hocanın hafızası artık hepsini kaydetmeye yetmez. Bunun için kardeşim, dostum dediği Leman Yurtsever imdadına koşar. Yurtsever onun için aynı zamanda bir hafızadır. Eren hocanın kendisinden dinliyoruz: “Leman’ın hafızası çok iyi, hemen ikimiz de ona soruyorduk. Leman bu nasıldı diye; Leman’dan hafıza yardımı da alarak başladık. Bircan her yazdığı bölümü bana gönderiyordu, ben böyle ağlayarak okuyordum ona geri dönüyordum. Böyle süreçler yaşadık. Sonunda da bitti ve böyle bir kitap ortaya çıktı.”

‘Şanslıydım‘

Mücadelesi ve enerjisi insanda hayranlık uyandırıyor. Enerjisi ve mücadele azminin kaynağını soruyorum. Eren hoca, şöyle anlatıyor: “Sanırım en büyük şanslarımdan biri kadınların güçlü olduğu bir ailede doğmaktı. Anneannem güçlü bir kadındı, hep bütün ailenin başvurduğu, onun sözünün geçerli olduğu aileydi. Daha kadın egemen bir ailede büyüdüm. Anne tarafımın ailesi öyleydi. Ve ailem sol görüşlüydü o da bir şanstı. Babam ile annem arasında bir dönem sıkıntılı geçse de babam her zaman çok iyi bir babaydı. Hiçbir zaman kız çocuğunu ezmeye çalışan bir baba değildi. Bunlar benim ilk gençlik dönemime ilişkin büyük şans. Herkes böyle şansa sahip olmuyor.”

Lise yıllar

Kitapta okuduğum lise yıllarında yaşadığı bir olayı anımsatıyorum. Gülümsüyor ve o döneme dair eleştirilerini de sıralıyor: “Tabi ki o zamanlar bu cümlelerle düşünmüyordum ama zaman içinde şunu çok hissettim biz egemenimize çok benziyoruz. O zaman çok ayırdında değildim ama ilk işte bunu makyaj konusunda yaşadım. Hepimiz o dönem için emekler veriyoruz dayaklar yiyoruz, eylemlere, mitinglere gidiyoruz. Ama yanağıma sürdüğüm bir allık sorun oluyor. Bu o zaman da bana çok ters gelmişti. Sorgulamaya başlamıştım, şekilciliğin hiçbir anlamı olmadığını çok küçük yaşta böylece öğrenmiş oldum. İyi ki de erken fark ettim. Eminim böyle benim gibi erken fark eden kadın var çevremizde ama çoğunluk maalesef öyle bir şansa sahip olmuyorlar. Bunu da ben en çok kadınların güçlü olduğu bir aileye bağlıyorum” diye vurguluyor.

‘Çok takıyordum’

Eren hocanın lise yıllarında yaşadığı allık ile başlayan makyajı ana akım medyanın da gündemi olmuştu. Gazete manşetlerine taşınıyor, hakarete varan ve hedef gösteren cinsiyetçi söylemlerin ardı arkası kesilmiyordu. Ana akım gazetelerin kendisine dair attığı manşetleri anımsatıyorum. Hala o manşetlere çok kızgın Eren hoca, “O zaman ben çok takıyordum. Çünkü gözaltında kayıplarla ilgili açıklama yapıyoruz, başlık atıyorlar, ‘sen neyini kaybettin’ ya da Kürtçe serbest bırakılsın dediğimiz için hakkımızda dava açılmış yargılanıyoruz, ‘sana mı kaldı a kızım. Sen git mankenlik yap. Niye bu işlerle uğraşıyorsun.’ Hep aslında kadını hiçe sayan, kadın kimliğini küçültmeye çalışan bir yaklaşımdı, bu yıllarca çok yapıldı” diyor.

Ve bir kadın hakim…

PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın avukatlığını yaptığı dönemde cinsiyetçi gazete manşetlerinin çok arttığını söyleyen Eren hoca, şöyle devam ediyor: “7. günde baro avukat atayacaktı biz 6. günde başvurumuzu yaptık. İlk 12 avukattık, sonra da Kürdistan’dan birçok avukat arkadaşımız dahil oldu. Bana yönelik cinsiyetçi manşetleri en yoğun Öcalan’ın Türkiye’ye getirildiği dönemde yaşadım. Öne çıkan birkaç avukattan biriydim ve kadın oluşum nedeniyle korkunç kötü manşetler atıldı. Zaten hepimiz tehdit altındaydık. Mesela beni hep ‘Apo’nun dişi kuşu’ diye yazıyorlardı. Suç duyurusunda bulunduk, o gazeteye tazminat davası açtım. Ve bir kadın hakim karar verdi. Bunu suç olarak kabul etmedi. ‘Dişi kuş evi yapan kuştur bu anlama gelir. Bu anlamda hakaret sayılamaz’ dedi. Halbuki o benim kadın kimliğime bir hakaret olarak yapıldı. Başka haberler de yaptılar. O kadar korkunç haberler yapıldı ki o dönem çünkü Öcalan’ın getirildiği süreç çok sert bir süreçti. İnsanlar sokaklarda katlediliyordu. Hiçbirimiz aylarca evlerimize gidemedik. Bir de üstüne üstük manşetten haberlerin yapılması son derece rahatsız ediciydi.”

Faili belli cinayetler

İnsan hakları mücadelesinde tanıdığı birçok önemli isim bir bir katledilir. Kürt bilge Âpe Musa, (Musa Anter), Vedat Aydın ve daha niceleri… Ancak kendisi bir adım geri atmadığı gibi yaşamını yitirenlerin faillerinin ortaya çıkarılması için mücadelesine aralıksız devam eder. Ancak bunun zorlukları elbette vardır diye düşünüyorum, sorularım bu yönlü devam ediyor. Eren hoca, tüm inceliği ile yanıtlıyor: “Ben insan hakları mücadelesini hep ölülerimize karşı borcumuz olarak tanımlıyorum. Çok sevdiğimiz insanları kaybettik. Her şeyden önce Vedat Aydın ile başladı bu süreç.”

Vedat Aydın milat

Gözleri Vedat Aydın’ın fotoğrafına çevriliyor, biraz hüzünleniyor ve devam ediyor: “Vedat Aydın’ın fotoğrafı da her zaman buradadır. Vedat abi çok sevdiğim bir insandı. Yakınlık duyduğumuz, hepimizin sevdiği abimiz gibi bir insandı. Vedat abi o dönem Kürt sözcüğünün bile konuşulmadığı bir zamanda 90 kongresinde İHD’de çıkıp Kürtçe bir konuşma yaptı. O zaman bu çok müthiş bir şeydi. Yani şimdi düşündüğünüzde belki bunu algılamak zor. Ama bir dernek kongresinde çıkıp herkesin gözü önünde, basının gözü önünde Kürtçe ve içeriği de son derece radikal bir içerik taşıyan Kürtçe bir konuşma yaptı. Ardından tutuklandı ve tahliye olduktan kısa bir süre sonra da Vedat abi işkenceyle katledildi. Aslında bizim gibi düşünen her insan hakları savunucu açısından Vedat abinin katledilmesi bir milat oldu. Tabi ki daha öncesi var, Türkiye Cumhuriyeti devletini 1915 soykırımının başlayarak biz bu devleti tanıyoruz. Ama bizim bireysel olarak kendi yakınımız olarak katledilen Vedat Aydın ile başlayan bir süreçti. Ondan sonra ben artık vazgeçemem duygusu gelişiyor.”

Tehdit eden mekanik ses…

90’lar Türkiye tarihine kara bir leke olarak geçti. Hala kayıplarının akıbetini için mücadele eden Cumartesi Anneleri ve binlerce insan 90’ların hesabını soruyor. 90’ların en yakın tanıklarından biri olan Eren hoca, “Birçok insan hakları savunucusu öldürüldü, gözaltında kaybedildi, yani çok korkunç bir süreçti doksanlar. Biz neredeyse her gün ölüm haberi alıyorduk. Ve aldığımız anda bir ekip hazırlanıyor hemen bölgeye gidiyoruz, gitmediğimiz herhalde hiçbir olay yoktur. Bizim hayatımız o dönem hep öyle geçti. Gidip rapor hazırlıyoruz ve ne yazıktır ki o raporlar Özgür Gündem’in dışında hiçbir yerde çıkmıyordu. Mesela raporumuzla ilgili Cumhuriyet gazetesinde küçücük bir haber çıktıysa bile nasıl sevinir herkes birbirini arar, ay Cumhuriyet haber yapmış gördünüz mü derdi. Yani bizim dışımızdaki bir medyanın haber yapmış olması bile bizim için büyük bir şeydi. O zaman çok kötü koşullarda biz bu çalışmaları yapıyorduk. Ve her an tehdit alıyorduk. O zamanlar cep telefonu yoktu. Bizim ev telefonumuzu her sabah mekanik bir ses arardı, ‘bugün öleceksin, bugün öleceksin.’ Yani yapmayacak bile olsalar o duyguyla evden çıkıyorsun, sağa sola bakarak, sürekli arkaya bakarak yürüyorsun, herkes öyle yaşıyordu” diye anlatıyor.

‘Ensemizi tutuyorduk’

Kitapta da yer alan bir anısını paylaşan Eren hoca, “Hiç unutamadığım bir şey var, genel olarak Kürdistan’da insanlar enselerinden vuruluyordu. Bizim arkadaşlarımız hep ensenizi tutarak yürüyün derlerdi. Sanki o el bizi koruyacak gibi. O kadar acılı bir şey ki aslında. Gerçekten ensemizi tutarak yürüyorduk. İnsanlar gözaltında kaybediliyor, aileler başvuru yapmaya dahi korkuyorlardı. Çünkü başvuru yapmak bile suç işlemek gibi bir şeydi. Öyle bir süreçti ki o nedenle zaten aileler hep geç başvurular yaptılar. Çünkü o dönem gözaltında kaybedilen ya da katledilen bir insanın ailesinin tek çaresi o bölgeden uzaklaşmaktı. O dönem en çok zorunlu göçünde yaşandığı süreçti. Çünkü insanların can güvenlikleri yoktu. O dönem hiç birimizin bir özel hayatı yoktu, hakikaten yoktu. Ben tatili ilk defa 20 yıl sonra 2 gün filan yaptım yani. Hiçbir hayatımız yoktu. Herkes bu mücadeleye endeksli yaşardı ve o kadar büyük hak ihlalleri gözümüzün önünde yaşandı ki, o kadar çok şeye tanıklık ettik ki, eve gelip rahat bir nefes almayı kendine hak görmüyordun. Hep böyle bir tetikte yaşardık” diye belirtiyor.

Kürdistan’da katlediyorlardı

90’larda en çok da dikkat çeken saldırı yöntemi kaçırmalardı. Kontra-gerillalar bu şekilde çok sayıda yurttaşı kaçırmış ve katletmişti. Kitapta Eren hocanın da kaçırılmak istendiğini okuyoruz. Eren hoca, yaşadıklarını şöyle özetliyor: “O dönem kaçırılmalar, kayıplar çok fazlaydı. Ayşe Zarakolu ile evlerimiz çok yakındı. Her çarşamba yönetim kurulu toplantımız olurdu. Toplantıdan çıktıktan sonra hep aynı araba bizi takip ederdi. Açık açık yapıyorlardı bunu zaten. O gün de aynı araba takip etti. Biz artık ya bunlar bizi takip ediyor diyorduk öyle de bir rahatlık da geliyordu. Korkuyu hiç öne çıkarmamaya çalışıyorsun çünkü o zaman bu işi yapman mümkün değil. Biz taksiyle eve geçiyorduk ve Ayşe önce beni bırakıyordu, o öyle gidiyordu eve. O günde öyle bizim evin kapısında birden arabadan inip beni kolumdan çekmeye çalıştılar. O anda Ayşe’nin atikliği taksiciyi arabadan çıkarıp kendisi birden çıkıp bağırmaya falan başladı. Ben hala şöyle düşünüyorum: Esas amaçları kaçırmak olsaydı kaçırabilirlerdi. Amaçları bence korkutmaktı. O ölüm tehditleri falan da korkutmaktı. Ama bizi korkutmak isterken Kürdistan’da da katlediyorlardı.”

Gündem bizim gazetemizdi

Özgür Gündem’i ve Gurbetelli Ersöz ile anılarını da soruyorum. O meşhur fotoğrafın Özgür Gündem’in kokteylinden olduğunu söylüyor ve içtenlikle yanıtlıyor: “Özgür Gündem’in yayın hayatına başlaması bizim için devrim gibi bir şeydi. Çünkü ilk kez Kürdistan haberleri yapan bir gazete o dönemde yayınlanıyor. Tabii ki daha önce birçok Kürt gazetesi zamanında Kürtlerin gazeteleri olmuş ama bu kadar gündemi takip eden, cesurca yayın yapan bir gazete ortaya çıktı ve herkes için çok önemliydi. O kadar mutluyduk ki herkes artık bizim bir gazetemiz var duygusu içindeydi. Herkes çok sahiplendi. Gurbetelli de çok yumuşak bir insandı aslında. Yumuşak derken iyi kalpli. Herkesle konuşup eşit ilişki kuran, bir yanıyla sert, mücadeleci ama insan ilişkilerinde son derece yumuşak, çözüm sağlamaya çalışan biriydi. O fotoğraf da Gündem’in kokteylinden, ana binadaydı bombalanan bina da.”

Ersöz’ün kardeş acısı…

Tarihin ilk kadın yayın yönetmeni olan Ersöz’ün mücadeleci ruhunun hep canlı olduğunu dile getiren Eren Hoca, “Onu hep şöyle hatırlıyorum. Bir erkek kardeşi vardı ve onu çok seviyordu. Doktor olacak da tıp da okuyordu. Sonra kardeşi gerillaya gitti. O gitmeden önce biz bir yemek yemiştik. Bana da ne olur sen de konuş diyordu, vazgeçirmeye çalışıyordu. Hani doktor olsun, bizim doktorlara da ihtiyacımız var diye. Ve o yemekte birlikte konuşmuştuk. İşte doktorlara bizim ihtiyacımız var, herkes bir iş yapmak zorunda filan diye ve kardeşi dağa giderken yolda katledildi. Ve ondan çok etkilendi. Çünkü kardeşine aşırı bir sevgisi vardı. Onu hiç unutmuyorum. Mesela Gurbetelli deyince hep o olay aklıma geliyor. Çok güzel, yakışıklı bir çocuktu. Bugün Türkiye’de erkek oyuncu diye düşündüğün herkesi düşün, hepsinden daha yakışıklı diyebilirim ve o kadar da yakışıklı bir çocuk doktor olacak işte. O kadar önemsiyor ki kardeşinin doktor olacak olmasını. Bir Kürt doktor, o bizim doktorumuz olacak diyordu. Kardeşi diğer bir yolu seçti, başka bir mücadele alanını seçti. Ve o giderken katledildi, daha silahsızdı. Onu çok iyi hatırlıyorum. Gurbetelli’nin çektiği acıyı” diye anlatıyor.

O en çok seni sevdi

Gençlik yıllarında çok önemli insanlarla tanışma fırsatı bulduğunu ve bunun için şanslı olduğunu söyleyen Eren hoca, “Hepsi benim büyüklerimdi. Mesela Musa Anter’in, Çetin Altan’ın, Medet Serhat’ın, Feqi Hüseyin amcanın olduğu, aynı masada yemek yeme şansına erişmiş bir insanım. Yaşar Kemal’in, Yaşar Kemal de aynı masadaydı ve onların ‘hangimiz daha Kürt’üz’ üzerinden birbirlerine yaptıkları şakalara tanık oldum. İşte Çetin Altan, haydi ulan siz de Kürt müsünüz? Kürt olsanız hepiniz dağa çıkarsınız. Niye dağa gitmiyorsunuz deyip konuşmaları. Yani o yaşta onların o şakacı halleri birbirleriyle… Öyle bir ortamda bulunmuş olmak, aynı masada görüp sohbetlerine tanıklık etmiş olmak çok büyük bir şans. Ve maalesef, Vedat Aydın’ın katledilmesi nasıl bizim için çok korkunç bir şeyse, Musa amcanın da aynı şekildeydi. Musa amca ile aynı apartmanda oturmuş olmak, onu yakından tanımak büyük şanstı. Haftada bir gün Öcalan’la telefon konuşmaları olduğunda hepimiz evine doluşuyorduk. Tabii ki biz orada yokuz gibi duruyoruz. Onun Öcalan ile telefon görüşmesini dinliyorduk. Sonra işte beni çok seviyor diye Hüseyin Amca ile kavga etmeleri, seni mi çok seviyor? Beni mi birçok seviyor? diye. Komik de yanları vardı bunların. Ama güzeldi. O beni daha çok seviyor derdi Musa Amca. Diğeri hayır, beni daha çok seviyor aslında diyordu. Musa Amca katledildikten sonra ben şehit ilanı vermiştim, o en çok seni sevdi diye. O zaman hiç kimse anlamadı. O hep diyordu ya, işte Apo en çok beni seviyor diye… Aklınız da almıyor Musa Anter gibi 74 yaşına gelmiş bir insanı katleden bir devlet. Ve siz tabii ki büyük acı duyuyorsunuz ama bu artık vazgeçemem duygusu da uyandırıyor” diyor.

Savcı otopside ağlıyordu

Birçok cinayetin otopsisinde yer aldığını anlatan Eren hoca, “Medet Serhat katledildiğinde yine kitapta var. Otopsisine katıldık. Hani o zaman bir kurşunu eksik yazacaklar, bir şey eksik tespit edilecek diye otopsilere çok girerdik. Medet abinin otopsisini biz ağlayarak izliyoruz. Bir baktık savcı da ağlıyor. Biz, siz neden ağlıyorsunuz dedik. Benim dönem arkadaşımdı çok severdim kendisini dedi. Ne kadar büyük bir tesadüftü. Onun otopsisine giren savcı, çok sevdiği bir arkadaşıydı. Mesela benim 90’lardan aklımda kalan en büyük şeylerden biri de otopsi yapılan merkezlerdeki kokuydu. Günlerce o koku gitmezdi burnumuzdan. O kadar korkunçtu ki hem o görüntüler, hem de o koku” diyor.

Devletin zihniyeti

Mevcut dönemde yaşananların 90’larla benzerliğine dikkat çeken Eren hoca, “1915’i, 1938’i ele alalım, o dönemdeki devlet aklı neyse şu andaki devlet aklının aynı. Devlet aklı hiç değişmediği gibi kendilerine muhalefet diyen kesimler de değişmedi. Maalesef ki bu Türk İslam sentezci resmi ideoloji ise devletin ideolojisi. Ama toplumu da o kadar çok belirlemiş ki maalesef. Yani hiçbir zaman Kürdistan’daki hak ihlallerini görmek istemiyorlar. O nedenle ben devlet aklının hiç değişmediğine inanıyorum. Yani 1915 Soykırımı, 1938 Dersim Soykırımı’nı gerçekleştiren zihniyet hala devletin belirleyen zihniyeti” diyor.

Tarihi bir kitap

Son olarak kitapla ilgili ne söylemek istersiniz? diye soruyorum: “Bircan olmasaydı gerçekten böyle bir kitap çıkmazdı. Aslında kitap tamamen Bircan Değirmenci’nin emeği. Çünkü o çok çalıştı, gerçekten çok çalıştı. Ben sadece anlattım. O nedenle eğer böyle bir kitap çıktıysa ortaya Bircan’ın sayesinde çıktı. Yazılı bir şeyin kalması çok önemli. Bu coğrafyada çok büyük hak ihlalleri yaşandı. En azından onların biraz duyulabilmesi açısından bu kitabın da bir etkisi olacaksa en büyük benim mutluluğum bu olur.”

9 Mayıs 2022 – https://yeniyasamgazetesi3.com/en-cok-seni-seviyordu/