SUÇA ORTAK OLMAYANLARIN HAKİKATİ-Dosya 9
Anayasa Mahkemesi’nin hak ihlali kararı ile bir kez daha gündeme gelen Barış Akademisyenleri’ne dair okurlarımız için bir yazı dizisi hazırladık. Yazı dizimizin ilk bölümünde, ne dediler de bu kadar yoğun baskıya maruz kaldılar ve yaşadıkları hukuksal süreci özetledik. Yazı dizimizin devamında ise Barış Akademisyenleri’nin kendi anlatımları, hikayeleri, kayıpları, zorlukları, dayanışmaları yer alacak. Kendi kalemleriyle hikayelerini yazacaklar. Son olarak Türkiye’nin toplumsal bilincine her alanda katkı sunan bu zihinlerin makalelerine yer veriyoruz. Uzmanlık alanları üzerinden ülkenin içinde bulunduğu durumu yorumladılar, analiz ettiler. Yani kendilerini ve ülkenin halini anlattılar.
Cenk Yiğiter, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Genel Kamu Hukuku’nda Araştırma Görevlisi’yken Barış Bildirisi’ne imza attığı için ihraç edildi.
Cenk Yiğiter: Yeniden inşa imkanı kapıda
Türkiye’de 2015’ten itibaren Anayasa askıya alınmış durumda. Çözüm Süreci’nin son bulması ve ardından Kürt coğrafyasındaki özerklik ilanlarından sonra başlayan çatışmalı süreçte Anayasa fiilen askıya alındı. 15 Temmuz sonrasında ilan edilen OHAL ile birlikte ise anayasasızlık hali tüm ülkeye yayıldı. Anayasasızlık hali sadece siyasal iktidarın hükmetme biçimde değil, devlet bürokrasisinin ve yargının her kademesine hızla yansıyan bir pratiğe dönüştü. Bu anayasasızlaşma sürecine devletin her kademesinin herhangi bir direnç göstermek bir yana bu kadar hızla uyum sağlayarak katılması da aslında sorunun Saray Rejimi’ni aşan bir derinliğe sahip olduğunu gösteriyor.
Yargı talimatla çalışıyor
Saray ile yargının nasıl bir ilişki içinde olduğuna dair ancak tahmin yürütebiliyoruz. Görünen o ki kimi durumlarda doğrudan bir talimat ilişkisi var. Bazı davalarda aşikar ki Saray’dan yargıya doğrudan talimat gidiyor. Ancak bu her zaman olan bir ilişki de değil anlaşılan. Çoğu durumda yargı Saray’dan bir talimat veya telkin gelmeden de kendiliğinden Saray’ın beklentisini okuyabilecek ve ona uygun davranabilecek bir yetkinliğe erişmiş durumda. Fakat yargı mensupları içinde partizan olmayan yargı mensuplarının da hala olduğu fakat bunların da türlü endişelerle göze batmamaya çalışırak yapıya uyum sağladıkları bir gerçek. Saray Rejimi’nin özellikle 31 Mart yenilgisinden sonra yargının içindeki bu unsurların görece daha cesur davranmaya başladıklarının da emareleri var. Anayasa Mahkemesi’nin Barış Bildirisi ile ilgili kararı da bu çerçevede değerlendirilebilir.
Kraldan çok kralcılıktan şikayetler başladı
Aslında anayasasızlığın ve hukuksuzluğun hukuk olduğu bir durumla karşı karşıyayız. Yukarıda da dediğim gibi anayasasızlık haline yargı da hızla uyum sağladı. Yargı, büyük oranda yargı olma işlevini terk ederek Saray Rejimi’nin bir zor aparatı haline geldi. Bu durum artık Rejim’i de zorlamaya başlamış durumda. Kraldan çok kralcılık hallerinden iktidar cenahı da şikayetlenmeye başladı. İşin başka bir tarafı bu durum uluslararası ilişkileri ve de ülkeye sıcak para ve yatırım girişini de sıkıntıya sokuyor. Yargı Reformu tartışmaları bununla ilgili. Adalet Bakanı’nın yargı reformundan bahsetmesinden birkaç gün sonra soluğu Washington’da alıp, orada bir brifing vermesi de bunun bir göstergesi.
Yargı bir biçimde Rejim’in savunmasına kendisini hasretmiş durumda. Rejim kendisine bağlı aktörleri “yedirmek” istemiyor, tükürdüğünü yalamak istemiyor. Bu şekilde bir güç ilizyonunu daim kılmak istiyor. Yargı da bu doğrultuda üzerine düşeni yapıyor veya yapmak zorunda hissediyor.
Toplum savunmaya başladı
Saray Rejimi hukuku ve yargıyı tamamen araçsallaştırmasıyla bir yandan da kendi meşruluğunun altını oyuyor sürekli olarak. Rejim ile Rejim’e muhalif “şimdilik” yüzde ellinin arasındaki bağ onarılamaz biçimde kopmuş durumda. Yargı sadece zor aygıtının bir parçasına dönüştüğü oranda, toplumu ikna etme, toplumsal adalet beklentilerini karşılama işlevinden hızla uzaklaşıyor. Bu aynı zamanda yukarıda bahsettiğim gibi piyasa ilişkileri, uluslararası ilişkiler ve uluslararası finansal olanaklar ve dış yatırım açısından da ciddi bir sıkıntı haline gelmiş durumda. Ancak bir yandan da bu karanlık dönem Türkiye toplumu için önemli bir fırsat olarak da görülmeli. Toplumda anayasa, insan hakları, adalet, yargı bağımsızlığı güçlü bir biçimde savunulmaya başlandı. Saray Rejimi’nden sonraki dönemde bu, demokrasi ve barış temelinde bir yeniden inşa için önemli bir birikim ve imkân olacak.
Öğrenci olarak geri döndü
Cenk Yiğiter, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Genel Kamu Hukuku’nda Araştırma Görevlisi’yken Barış Bildirisi’ne imza attığı için ihraç edildi. 2017 yılı yaz ayında yapılan üniversite sınavına giren Yiğiter, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Televizyon ve Sinema bölümünü kazandı. Yiğiter, öğrenci olarak üniversiteye dönmek istedi ancak Ankara Üniversitesi Rektörlüğü engelledi. Yılmayan Yiğiter, rektörlüğün yönetmelik değişikliğine karşı dava açtı ve kazandı. Ankara 18. İdare Mahkemesi, Yiğiter’in sınavını kazandığı İletişim Fakültesi’ne kayıt yaptırmasını engelleyen yönetmelik değişikliğinin iptaline karar verdi.Konuyla ilgili açıklama yapan Yiğiter, şöyle konuşmuştu: “2 yıl sonra AÜ İLEF öğrencisi oluyorum. Yönetmelik’in altında imzası olan tüm yöneticiler, tüm senato üyeleri, utanın! Bu Anayasa’ya, taraf olduğumuz uluslararası sözleşmelere açıkça aykırı yönetmelik değişikliğinin altında imzası olan biri anayasa hukuku profesörü, iki hukuk profesörü var. Merih Öden ve Muharrem Özen. Ayrıca utanmaları gerekiyor. Mahkeme kararından iki gram hukuk öğrenirler belki.”
*
Barış Akdemisyeni Emrah Günok, Van Yüzüncü Yıl üniversitesi’ndeki görevinden ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız’ başlıklı bildiriye imza attığı için ihraç edildi.
Emrah Günok: Türkiye’deki felsefeciler geç kaldı
Müzik, felsefe ve edebiyat aşkıyla yanarken zar zor bitirebildiğim Hacettepe Üniversitesi maden mühendisliği bölümünden çıkıp ODTÜ felsefenin yüksek lisans programına kabul edildiğim ilk günden beri belliydi amacım: İyi bir akademisyen olmak. Uzun yıllarımı felsefedeki geri kalmışlığımı bertaraf etmeye harcayıp bir de master tezi yazdıktan sonra, 2005 yılında Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde asistanlığa kabul edildim.
ÖYP kadrosuna dâhil olduğum için geçici görevlendirme ile ODTÜ’ye dönmek ve doktoramı orada tamamlamak imkânını buldum. Felsefi anlamda olgunlaşmama katkı veren o günlerden Van’daki hocalık dönemime ve oradan da muhrec akademisyen olarak hayatımı geçirdiğim bu son zamanlara kadar felsefe tasavvurumda çok büyük değişimler oldu.Örgütlülüğün önemini tam anlamıyla idrak etmekten uzak liberal bir bireyci olarak kavram-ötesi alanının alacakaranlığında zar zor seçilen tekilliği hakikatin prototipi olarak görmeye meyleder ve zaman zaman da sezgiciliğe yaklaşırken, Nietzscheciliğin uyduruk yorumlarına yanıt vermek zorunda kaldığım durumların çoğunda ise Kantgil bir Aydınlanmacı kesilirdim.
Her şeyin belli tarihsel koşullar altında biçimlenip kendine özgü bir tekillik olarak anlaşılmasını savunan duruşla, var olan her şeyi onu tanımlayan bir öze bağlayan Platonculuk arasında kararsız kalırdım. Sözünü etmekte olduğum modası geçmiş Platonculuk, Whitehead’in söylediği gibi felsefeciler açısından asla terk edilemeyecek bir pozisyona denk geliyordu. Ya onu tanımlayan Platonculuktan vazgeçip felsefeyi tamamen bir yana bırakacak, ya da bizi yavaşlatan özcülük prangasını ardımızda sürükleyip bunu felsefi hayatın cilvesi olarak görecektik. Bilimsel faaliyet, ahlaki yaşantı ve tarihsel akışı bir bütün olarak insan aklının deneyim-öncesi yapılanmasına teslim etmekte sakınca görmeyen Kantçılık, o günlerde benimsemiş olduğum Platonculuk varyantına karşılık geliyordu.
‘Türk tipi’ başkanlığa geçiş
Devlet yönetimini bir iktidar ve geçim aracı olarak gören anlayışın gemi iyiden iyiye azıya almasına vesile olacak olan Gezi olayları, aynı zamanda demokratik kazanımların bekçiliğini yapmakta direten genç bir iradenin yeni siyaseti sivilleştirme çabasının fitilini de ateşledi. 7 Haziran seçimlerinin iptali, barış sürecinin rafa kaldırılması, parlamenter sistemin yerini “Türk tipi” başkanlığa bırakışı, 15 Temmuz ve sonrasındaki KHK’lerle 130.000’den fazla kamu görevlisinin işinden edilmesi; tüm bu yaşananların bir felsefeci olarak üzerimde bıraktığı intiba ıskalanmış bir Aydınlanma ve hakkı verilmemiş bir modernleşmenin hesabını çıkartmanın bize düşen tarihsel sorumluluk olduğu yönündeydi. Ben de dâhil olmak üzere Türkiye’deki felsefecilerin ezici bir çoğunluğu söz konusu misyonun kokusunu almak konusunda geç kaldı.
Mutlakçı yaklaşım
Felsefecilerin bu konudaki akametinin temel kaynağı, kendini Hegel gibi bir rasyonalist tarihselci ya da Foucault gibi bir tarihsel rölativist olarak tanımlamaya meylederken bile, zamanötesi tanımların peşine düşmeye her an hazır olmaları idi. Felsefeciler en çok Platoncuları azarlayan Platoncular, en çok Kartezyenleri hakir gören düalistlerdi. Onlara özgü bir zaaf olarak baş gösteren ve hakikatin kendini pey der pey veriyor oluşuna karşı sabırsızlık göstermelerine neden olan mutlakçı yaklaşımları, kendini bilişsel aygıtımıza zaman ve mekan sahnesinde sunan bilimsel nesnenin görüngüselliğine tahammül edememelerine neden oluyor; onu olası bir tanrının gözünden görünebileceği haliyle fethetme rüyası görmelerine yol açıyordu.
Karşı bildiri
İşin bir de şu tarafı vardı ki, elle tutulur dünyaya müdahale etmek konusunda herhangi bir işaret vermeyen bu metafiziksel çaba, bedelini emeğin ödemiş olduğu boş zaman içinde kendini yazınsal ürüne dönüştürüyordu. Platonizm ya da özcülük eğilimi nedeniyle kendini kendi konusuna kapatmış olan felsefeci, söz konusu boş zamanın hakkını vermeyi amaç edinmiş Marksist bir toplum bilimiyle dahi ittifaka girmeyi aklına getirmiyordu. Barış için imza veren akademisyenlerin ihraç edilip ağaç kabuğu kemirmeye bırakılmaları, onlar için olduğu kadar geriye kalanlar için de bir sınav niteliği taşıyordu. Kalanların büyük çoğunluğu bu sınavı başarıyla veremediler. AYM’nin Barış Akademisyenleri lehine vermiş olduğu hak ihlali kararına karşı bin altmış küsur üniversite mensubu tarafından imzalanan karşı bildiri, yurdum akademisinin içine düştüğü içler acısı durumu özetler mahiyetteydi. Bunlardan zaten herhangi bir beklentisi olamayacak olan biz muhrec imzacılar daha yakın halkaların ısrarlı eylemsizliğinin sırrına vakıf olmak durumundaydık, ki bu uzun yıllara yayılacak ciddi ve belki de, disiplinlerarası, bir çalışmanın konusu olabilirdi ancak.
Felsefeciler…
Şimdi düşünüyorum da, bir felsefeci olarak beni uzun zamandır meşgul etmekte olan siyasi çalkantılar ve toplumsal çözülmeler, kendisine eylemsizliğimle katkı verdiğim uzun bir sürecin neticesi olarak tezahür etmişti. Sorgulanmamış bir hayat gerçekten de yaşanmaya değmezse, yapılacak ilk iş teorik anlamda önce Platonizmden, sonra felsefeden dışarı çıkmak ve displinlerarası bir tarlayı sürüp hayale gelmeyen bir verim almaktı. Akademinin kapılarını üzerime kapanmış bulduğum şu son iki yıldır aslında sınırın doğru tarafında olduğumu anladım. Şimdi yaptığım şey, kendileriyle küs olmasam da felsefecilerle daha az haşır nesir olmak ve diğer disiplinlerden gelen insanlarla daha çok paylaşıma girmekten ibaret.
Bir felsefeci olarak türdeşlerim arasında kendimi onaylamaktan ziyade başka türlü olanlar arasında kendime güvenimi kaybetmenin ve bir miktar kekelemenin daha hayırlı olduğunu anladım. Belli bir tarzda felsefeden kaçmanın, iyi felsefe yapabilmek için tek yol olduğunu idrak ettim. Siyasi bir duruşu bilimsel bir merakla birleştirmek; bu bileşiği ise bütüne yönelik ruhsal bir atılımın medcezirine bırakmak. İşte akıl ve sezgiyi harmanlayan bu yaşama yordamıdır artık felsefe benim için, daha azı değil.
Yarın: Gül Köksal, Didem Dayı ve Selçuk Erez
5 Eylül 2019 https://yeniyasamgazetesi3.com/yeniden-insa-imkani-kapida/